gönderen onlymerthy » 07 Şub, 05:06
Arkadaşlar.. Hepsi Kanınızı donduracak.. Ben bu saatte okudum hepsini.. özel olarak sectim ve buraya kopyaladım.. Sizinde varsa ekleyebilirsiniz..
1-)
Ben üç yaşlarında bir çocuk olduğum zamandan, son birkaç yıl öncesine kadar evimizin civarında her zaman dolanan bir kedi vardı. Bu hikaye onunla ilgilidir.
Nicky adlı bu tekir kedi bana hep çok yakın olmuştu. Birkaç yıl benimle birlikte olan Nicky, tam bir tekirdi: sağlam karakterli ve güçlü, daima şefkatli olmasına rağmen nefret ettiği iki şey vardı: yağmur ve sığırlar. Her neyse, bir gün Nicky hastalandı. Kedilerin ara sıra yakalandığı virüslerden daha ciddi bir sorunu yok gibiydi. İyileşiyor gibi olup tekrar yemek yemeğe başlıyor, hatta mırlıyordu. Böyle düşündüğüm için, erkek kardeşimle tatile gitmemin bir sakıncası olmayacağına karar verdim. Annemle babam kediye bakmak üzere evde kalacaklardı.
Evden yaklaşık 150 mil uzakta, Cheltenham kasabasında bir otelde birkaç günlüğüne rezervasyon yaptırdık. Tatil iyi gitti; yürüyüş yaptık ve görmeye değer yerleri gezip gördük. Nicky’i çok az düşünmeme rağmen kısmen endişeliydim; çünkü söylediğim gibi, sanki iyileşiyormuş gibiydi.
Tatilimizin son gecesi, o yöreye ait yerel biralardan birkaç kupa içtikten sonra yatağa gittim fakat hiç bir şekilde sarhoş değildim. Çok derin uyudum ancak, sabah 6:00 civarında aniden uyandım. Adeta birisi kulağıma şu kelimeleri haykırdı: “AH NICKY!” Kendimi gülünç, üzgün, rahatsız ve huzursuz hissettim. Kardeşimi uyandırmadım ve bir saat ya da daha fazla süre sonra uyumaya karar verdim. Kahvaltıdan sonra eve otobüsle geri döndük. Hala kardeşime olayla ilgili bir şey anlatmamıştım ve onu üzmenin hiçbir anlamı yoktu, çünkü evde telefon yoktu.
Eve geldiğimizde kapıda babamla karışılaştık. Bizi, sabahın erken saatlerinde Nicky öldüğü için annemin çok üzgün olduğu hakkında uyardı. Tüm hafta iyileşiyormuş gibi görünen Nicky’nin yanında beklemekten vazgeçen annem ve babam oturma odasına gittiği zaman Nicky, sanki yavrularının olduğu kulübeye gitmek için kalkmış ve yolda yığılıp kalmış, kalp krizinden ölmüş. Onu ilk gören annem olmuş ve “Ah Nicky, sahibin buna ne diyecek” diye haykırmış..
2-)
Anneler ve evlatlarının arasında psişik bir bağın bulunduğunu birçok kişi bilir, bu bağ bazen hayat bile kurtarabilir. 1989 Temmuz ayında, olayın meydana gelişinden bir gece önce tatilden dönmüştük. 5 yaşındaki Majorie ve 3 yaşındaki Frankie adlı çocuklarım oturma odasında oynarken, ben evde ufak tefek işlerle meşguldüm. Kendimi rahat ve oldukça iyi hissederken üstüme aniden bir ağırlık çöküverdi. Kalbim korkuyla çarpmaya başladı. Bu his daha da ağırlaştı, kesinlikle öleceğimi düşündüm.
Aniden içgüdüsel olarak oturma odasına gidip çocukların iyi olup olmadığını kontrol etmeye karar verdim. Bayılmadan önce onların emniyette olduklarından emin olmalıydım. Frankie bir bavulun üstünde oturup gülüyordu, ama ablası ortalıkta görünmüyordu. ‘Ablan nerede?’ diye sordum.
‘Onun üstünde oturuyorum’ diye cevap verdi. Onu derhal bavulun üstünden kaldırdım ve 5 yaşındaki kızımı bavulun içinde korkmuş ve nefessiz kalmış olarak buldum. Bana ‘tıkanır gibi oldum, onun için seni çağıramadım’ dedi.
Aslında o beni telepatik ana - kız bağı ile çağırmıştı. Tehlikede olan o olmasına rağmen ben kendimi tehlikede hissetmiştim, bu sayede bir trajediden son anda kurtulmuştuk.
3-)
İşten döndüğümde, küçük oğlum John’u bir kez daha tuhaf bir şekilde masanın örtüsünün üzerinde arkadaşlarıyla beraber bazı eşyaları oynatırken buldum. John, idraksizce, psikokinezi yapıyordu. Bu kabiliyete sahip kimselerin tekin olmadıkları kabul edilir.
İş yerimde kalabalığın dışında olduğum zamanlar, oğlumdan mesajlar alabiliyordum. En korkutucu deneyimim de, oğlum yirmi yaşlarındayken olmuştu.
Phoenix Gazetesinde gazeteci olarak çalışıyordum. O gün yorucu bir gündü ve uykularımda genellikle rahatsız geçmekteydi. Ayrıca John’un yaptığı seyahatlerden de rahatsızlık duyuyordum. Haftalardır ondan haber alamamıştım. Birdenbire uyurken John’un “Anne, anne yardım et!” sesiyle uykumdan uyandırıldım. Gördüğüm vizyonda, oğlum, direksiyon hakimiyetini kaybetmişti. Arka tekerlekler deniz tarafındaki uçuruma takılmıştı. Ve kuzeyi gösteren bir ok işareti vardı Bütün okuyabildiğim ise, San Jose’ydi.
Polis kuvvetlerindeki arkadaşlarıma bunu söyledim. "Glendale" Şefi "Al Adams" iyi bir arkadaşımdı ve ona söylediklerimi kontrol etmek için, "California" karayolundaki benzinci ile irtibat kurdu.
John iki saat sonra bulundu. Direksiyon hakimiyetini kaybetmişti ve neredeyse uçurumdan düşmek üzereydi. Eğer o an kendine gelip arabayı hareket ettirseydi; araba aşağıya düşecekti.
4-)
“Bir pırpır uçağın göl kıyısındaki üçüncü köşkün damına çarparak parçalandığını rüyamda açıkça görmüştüm. Köşkte bir adam vardı. O da alevler arasında yanıp kül olmuştu. Rüyamda gördüğüm şekilde o sabah iki mektup yazıyor ve ne gariptir ki, kazadan söz ediyordum. İtfaiyenin bozuk kanal yolundan geldiğini ve bu yüzden de kaza yerine gecikmeli yetiştiğini kaydediyordum.
Gördüğüm bu rüyadan sonra o gün gözlerim hep gelip geçen uçaklardaydı. Akşam sularında elektrikler yandığında havada motor sesi duyunca verandada oturan Robert’e (kocam) bağırdım:
“İşte bir uçak geliyor, o da rüyamdaki gibi köşkün damına çarpıp parçalanacak. İtfaiyeyi ara, kanal yolundan değil üst yoldan gelsinler!”
Kocam verandada çevreye göz attıktan sonra içeriye seslendi: “Bu gelen uçak iyi durumda, kaza filan yapacağa benzemiyor!”
Robert’in bu sözlerine çok hiddetlenmiştim. Elimde olmayarak ben de ona söylendim:
— “Sen bu konuyu benim gibi bilemezsin, ne söylüyorsam lütfen karşı koymadan yap!”
Birkaç dakika geçmişti. Bir çarpışma sesi duyduk. Rüyada gördüğüm kaza olmuştu. Uçağın pilotu alevlerden kendini kurtaramadan yanmıştı. İtfaiye arızalı kanal yolundan geldiği için kaza yerine yetişmekte geç kalmış, köşk de yanmıştı.
Bu acı olaydan sonra kendimi toparlayabilmem için birkaç hafta geçmesi gerekti. Rüyanın bildirdiği uyarı mesajını zamanın da kullanabilmiş olsaydım, belki de kazanın sonucu daha hafif olacaktı...”
Burada bayanın varmış olduğu yargı doğruydu. Çünkü bu gibi psişik yüzleşimler gerektiği gibi kullanıldığı takdirde bazı felaketlerin önlenmesini mümkün kılabiliyordu.
5-)
Ontario/Kanada’daki Amhurstberg kasabası; Detroit Nehri kıyısında kurulu sevimli, sakin ve eski bir yerleşimdir. Büyük metropolitan bölgesinden bir saatlik araba yolculuğuyla, sanki bir önceki yüzyıldan izler taşıyan bu kasabaya ulaşılır. En iyi arkadaşlarımdan biri olan Pattı Henson, Windsor Üniversitesinde okuyorken ailesi ile birlikte kalıyordu. Ailesi, ön kısmında babasının mücevher dükkanı için uygun bir kısım da bulunan eski, gecen yüzyıl sonunda yapılmış bir çiftlik evi satın almıştı. Patti’nin iki büyük çoban köpeği vardı ve bu eve taşınılması, en çok onları mutlu etmişti.
İlk başlarda, olay bir rahatsızlıktan ibaretti. Arka yatak odalarından biri hep soğuktu. Kaloriferlere ne kadar çok dilim eklense de, oda kemikleri donduracak kadar soğuktu. Sonra Patti, çoban kopeklerinin o odaya hiç girmediklerini fark etti. Zorla içeri sokulursalar hırlıyorlar kulaklarını geriye yatırıyor ve izin verilir verilmez odayı terk ediyorlardı.
Bir keresinde beni yemeğe davet etmişlerdi ve neden olduğunu söylemeksizin o yatak odasına girip neler hissettiğimi söylememi istediler. Detroit’teki Wayne Üniversitesinde bir psişik deneye katılmıştım ve bir bakıma “hassas” olarak kabul ediliyordum. Kabul ettim ve odaya girer girmez, “diken üstünde oturuyor” gibi oldum. İçim üşümüştü ve kendimi çok üzgün hissediyordum. Bunu Patti’ye anlattım ve ailedeki herkesin bu odadayken aynı şeyi hissettiğini anlattı bana. Hiç kimse o odada uyumak istemiyordu ve eğer yatmak zorunda kalırlarsa, korkunç bir ölümle ilgili kabuslar görüyorlardı. Dahası yatak odasının kapısı bir türlü kapalı kalmıyordu. Arada bir, etrafta kimseler yokken ve pencereler de kapalıyken yüksek bir sesle birden açılıveriyordu.
Merakim iyice arttığından, ertesi gün yerel Tarih Derneği ile bağlantıya geçtik ve şunu öğrendik O odada kıskanç bir koca karısını bıçaklayarak vahşice öldürmüş ve daha sonra kendi bileklerini kesip, intihar etmişti. Tabi k köpeklere herkes hak verdi, madem girmek istemiyorlardı, girmeyeceklerdi. O oda artık kiler olarak kullanılıyordu.
6-)
Ben muhasebecilik yapıyorum. Vergi zamanı müşterilerimden biri, dört yaşındaki kızı Corinne’le büroma gelmişti. Uzun atkuyruğu saçları olan bu sarışın kız annesinin yanında duruyordu. Ama bir yandan da çok ciddi bir şekilde beni süzüyordu. Vergilerle olan işlerimiz bittiğinde, Corinne bana, “Ağzınızda sallanan bir dişiniz var.” dedi.
Şaşkınlık içinde ona baktım, bu arada dilimle ağzımın içini taramaya başlamıştım.
Annesi kızdı: “Corinne, sus bakayım.” Corinne’in istenmeyen şeyler söylemesi ilk defa olmuyordu galiba. Kız bir iki dakika yine sessizliğe büründü ama yine bana bakıyordu. Ve birdenbire, “Ağzınızda sallanan bir dişiniz var.” dedi tekrar.
Annesi kızına dönüp çok ciddi bir tonda, “Corinne, sessiz olmazsan seni arabaya bırakırım. Orada tek başına beklersin.” dedi. Kız parlak mavi gözlerini odanın içindeki eşyalara çevirdi. Aynı anda, ağzımda, daha önce hiç fark etmemiş olduğum sallanan bir diş buldum. “Ama ağzımda gerçekten sallanan bir diş var.” Dedim şaşkınlıkla. Annesi anlamsız gözlerle bana baktı. Sonra Corinne’e, “Sen bunu nereden biliyordun?” diye sordum. Omuzlarını silkti. Bu kız galiba bir durugörür diye düşünüyordum. Ne harika bir hediye. Ama annesinin onu nasıl azarladığını hatırladım hemen. Annesinin yüzündeki rahatsızlığın korkuya dönüştüğünü gördüm. Annesi hemen evraklarını topladı ve muhasebe konusunda sorum olursa onu arayabileceğimi söyleyerek hızla büromdan çıktı.
Kendi kızımın, Corinne’in yaşında olduğu zamanları hatırladım. Zelly adını verdiği bir oyun arkadaşı vardı kızımın. Hiçbir aile üyesi Zelly’i görmüyordu. Ama onun yaşadığını hepimiz kabul etmiştik.
Kızım Evanne okula başladıktan bir gün sonra, Zelly’den epeydir söz etmediğini hatırladım. “Zelly bugünlerde nerede?” diye sorduğumda, düşünceli bir şekilde durdu ve “Zelly okulu sevmedi ve gitti.” dedi.
Acaba çocuklar gerçekten doğal durugörür mü? Biz büyükler onların yeteneklerini desteklemeliyiz ve olumlu amaçlar yönünde nasıl kullanacaklarını öğretmeliyiz.
Evet, olaydan bir gün sonra dişimi kontrol ettirmek için dişçime gittim.
7-)
1828 yılında New Brunswick’teki St. John Limanına doğru yol alan 5. 5. Vestris Gemisinin birinci süvarisi İskoçya’nın aynı addaki kurtarıcısının soyundan Robert Bruce idi. Bir gün öğleye doğru Bruce kaptan ile güvertede güneşin durumunu inceliyordu. Biraz sonra ikisi de aşağıya indiler.
Birinci süvari hesaplarla bir süre uğraştıktan sonra yerinden kalkarak kaptanın kamarasına gitti. Kapıyı araladıktan sonra:
“Affedersiniz efendim, ama ben hesapları çözemiyorum,” dedi.
Kaptanın kürsüsünde oturan adam başını kaldırınca, Bruce yıldırımla vurulmuşa döndü. Kürsüde oturan adam, kaptan olmak şöyle dursun, gemidekilerin hiçbirine benzemeyen bir yabancıydı.
Bruce, yabancının sabit bakışları karşısında dona kalmıştı. Neden sonra, kaptanın kamarasından dışarı fırlayabilme gücünü bulabildi.
Kaptan güvertedeydi. Bruce, onu görünce:
“Kaptanım kamaranızda bir yabancı var,” diye haykırdı.
“Bir yabancı mı? Kesinlikle süvari ya da kamarottur. Kamarama izinsiz olarak kim girebilir?”
Bruce, “Hayır. Kamaranızda ömrümde hiç görmediğim bir adam var,” diye ısrar ediyordu.
Bunun üzerine kaptan, “Bir daha kamarama git iyice bak,” dedi.
Bruce titredi; “Bir daha oraya tek başıma gitmemeyi tercih ederim,” deyiverdi.
Biraz sonra kaptanla aşağı inince kamarayı boş buldular. Bütün gemi arandığı halde hiçbir yabancıya rastlanmadı. Bununla beraber Bruce, hikayesinde ısrar ediyordu. “Yabancıyı, kürsünüzün üzerindeki yazı taşına bir şeyler yazarken gördüğüme yemin ederim, diyordu. Kaptan, “O halde yazı hala orada olmalı,” dedi.
Biraz sonra yazı taşı elinde idi. Gerçekten yazı taşının üstünde bir şeyler yazılı idi. Kaptan, Bruce’e “Bu senin yazın olacak,” dedi. Yaza taşının üzerinde “Kuzey Batıya dönün” sözcükleri yazılı idi. Kaptan devam etti: “Bruce, bizimle alay ettiğini itiraf et. Şuraya aynı kelimeleri yaz da senin yazını buradakiyle karşılaştıralım.”
Karşılaştırma yapılınca, Bruce’un yazısının, yazı taşındakinden bütünüyle farklı olduğu görüldü. Bu sefer geminin bütün personelinin yazıları da karşılaştırıldı. Hiç kimsenin yazısı yazı taşındakine uymuyordu. Sonunda kaptan kararını verdi; “Ben Tanrı’ya, kadere kısmete inanırım,” dedi. “Bu mesajın gizli bir anlamı olacak. Kuzey batıya dönelim de olanları görelim.”
Gemi bir süre kuzey batıya doğru yol aldıktan sonra ileride bir buzdağı belirdi. Buzdağına yaklaşınca, başka bir geminin buzdağına çarpıp yapışmış olduğu görüldü. Sağ kalabilen birkaç kişi geminin dalgalarla kamçılanan güvertesine sıkı sıkı sarılmışlardı. Kurtarılan kazazedelerin bir tanesi Bruce’un dikkatini çekti. Bu adam, Bruce’un kaptanın kamarasındaki yazı taşına bir şeyler yazarken gördüğü yabancıya tıpatıp benziyordu.
Vestris, buzdağından uzaklaşınca, Bruce kaptana bu keşfini anlattı. Kazaya uğrayan geminin kaptanına da bu olaydan söz ettiler. Kaptan, “Ne anlatmak istediğinizi anlıyorum. Bu gemici bize, bugün kesinlikle kurtulacağımızı söylemişti,” der.
Vestris’in kaptan kamarasına çağrılan denizci, kurtarılmadan birkaç saat önce rüyasında, başka bir gemide bulunduğunu ve bu geminin, buzların üstünde kalan kazazedeleri kurtarmaya geleceğini görmüş olduğunu söyledi.
[b][color=#FF00FF]Arkadaşlar.. Hepsi Kanınızı donduracak.. Ben bu saatte okudum hepsini.. özel olarak sectim ve buraya kopyaladım.. Sizinde varsa ekleyebilirsiniz.. [/color][/b]
[color=#8000FF]1-)
Ben üç yaşlarında bir çocuk olduğum zamandan, son birkaç yıl öncesine kadar evimizin civarında her zaman dolanan bir kedi vardı. Bu hikaye onunla ilgilidir.
Nicky adlı bu tekir kedi bana hep çok yakın olmuştu. Birkaç yıl benimle birlikte olan Nicky, tam bir tekirdi: sağlam karakterli ve güçlü, daima şefkatli olmasına rağmen nefret ettiği iki şey vardı: yağmur ve sığırlar. Her neyse, bir gün Nicky hastalandı. Kedilerin ara sıra yakalandığı virüslerden daha ciddi bir sorunu yok gibiydi. İyileşiyor gibi olup tekrar yemek yemeğe başlıyor, hatta mırlıyordu. Böyle düşündüğüm için, erkek kardeşimle tatile gitmemin bir sakıncası olmayacağına karar verdim. Annemle babam kediye bakmak üzere evde kalacaklardı.
Evden yaklaşık 150 mil uzakta, Cheltenham kasabasında bir otelde birkaç günlüğüne rezervasyon yaptırdık. Tatil iyi gitti; yürüyüş yaptık ve görmeye değer yerleri gezip gördük. Nicky’i çok az düşünmeme rağmen kısmen endişeliydim; çünkü söylediğim gibi, sanki iyileşiyormuş gibiydi.
Tatilimizin son gecesi, o yöreye ait yerel biralardan birkaç kupa içtikten sonra yatağa gittim fakat hiç bir şekilde sarhoş değildim. Çok derin uyudum ancak, sabah 6:00 civarında aniden uyandım. Adeta birisi kulağıma şu kelimeleri haykırdı: “AH NICKY!” Kendimi gülünç, üzgün, rahatsız ve huzursuz hissettim. Kardeşimi uyandırmadım ve bir saat ya da daha fazla süre sonra uyumaya karar verdim. Kahvaltıdan sonra eve otobüsle geri döndük. Hala kardeşime olayla ilgili bir şey anlatmamıştım ve onu üzmenin hiçbir anlamı yoktu, çünkü evde telefon yoktu.
Eve geldiğimizde kapıda babamla karışılaştık. Bizi, sabahın erken saatlerinde Nicky öldüğü için annemin çok üzgün olduğu hakkında uyardı. Tüm hafta iyileşiyormuş gibi görünen Nicky’nin yanında beklemekten vazgeçen annem ve babam oturma odasına gittiği zaman Nicky, sanki yavrularının olduğu kulübeye gitmek için kalkmış ve yolda yığılıp kalmış, kalp krizinden ölmüş. Onu ilk gören annem olmuş ve “Ah Nicky, sahibin buna ne diyecek” diye haykırmış..[/color]
[color=#FF0000][b]2-)
Anneler ve evlatlarının arasında psişik bir bağın bulunduğunu birçok kişi bilir, bu bağ bazen hayat bile kurtarabilir. 1989 Temmuz ayında, olayın meydana gelişinden bir gece önce tatilden dönmüştük. 5 yaşındaki Majorie ve 3 yaşındaki Frankie adlı çocuklarım oturma odasında oynarken, ben evde ufak tefek işlerle meşguldüm. Kendimi rahat ve oldukça iyi hissederken üstüme aniden bir ağırlık çöküverdi. Kalbim korkuyla çarpmaya başladı. Bu his daha da ağırlaştı, kesinlikle öleceğimi düşündüm.
Aniden içgüdüsel olarak oturma odasına gidip çocukların iyi olup olmadığını kontrol etmeye karar verdim. Bayılmadan önce onların emniyette olduklarından emin olmalıydım. Frankie bir bavulun üstünde oturup gülüyordu, ama ablası ortalıkta görünmüyordu. ‘Ablan nerede?’ diye sordum.
‘Onun üstünde oturuyorum’ diye cevap verdi. Onu derhal bavulun üstünden kaldırdım ve 5 yaşındaki kızımı bavulun içinde korkmuş ve nefessiz kalmış olarak buldum. Bana ‘tıkanır gibi oldum, onun için seni çağıramadım’ dedi.
Aslında o beni telepatik ana - kız bağı ile çağırmıştı. Tehlikede olan o olmasına rağmen ben kendimi tehlikede hissetmiştim, bu sayede bir trajediden son anda kurtulmuştuk. [/b][/color]
[color=#4000FF][b]3-)
İşten döndüğümde, küçük oğlum John’u bir kez daha tuhaf bir şekilde masanın örtüsünün üzerinde arkadaşlarıyla beraber bazı eşyaları oynatırken buldum. John, idraksizce, psikokinezi yapıyordu. Bu kabiliyete sahip kimselerin tekin olmadıkları kabul edilir.
İş yerimde kalabalığın dışında olduğum zamanlar, oğlumdan mesajlar alabiliyordum. En korkutucu deneyimim de, oğlum yirmi yaşlarındayken olmuştu.
Phoenix Gazetesinde gazeteci olarak çalışıyordum. O gün yorucu bir gündü ve uykularımda genellikle rahatsız geçmekteydi. Ayrıca John’un yaptığı seyahatlerden de rahatsızlık duyuyordum. Haftalardır ondan haber alamamıştım. Birdenbire uyurken John’un “Anne, anne yardım et!” sesiyle uykumdan uyandırıldım. Gördüğüm vizyonda, oğlum, direksiyon hakimiyetini kaybetmişti. Arka tekerlekler deniz tarafındaki uçuruma takılmıştı. Ve kuzeyi gösteren bir ok işareti vardı Bütün okuyabildiğim ise, San Jose’ydi.
Polis kuvvetlerindeki arkadaşlarıma bunu söyledim. "Glendale" Şefi "Al Adams" iyi bir arkadaşımdı ve ona söylediklerimi kontrol etmek için, "California" karayolundaki benzinci ile irtibat kurdu.
John iki saat sonra bulundu. Direksiyon hakimiyetini kaybetmişti ve neredeyse uçurumdan düşmek üzereydi. Eğer o an kendine gelip arabayı hareket ettirseydi; araba aşağıya düşecekti.
[/b][/color]
[color=#40BF00][b]4-)
“Bir pırpır uçağın göl kıyısındaki üçüncü köşkün damına çarparak parçalandığını rüyamda açıkça görmüştüm. Köşkte bir adam vardı. O da alevler arasında yanıp kül olmuştu. Rüyamda gördüğüm şekilde o sabah iki mektup yazıyor ve ne gariptir ki, kazadan söz ediyordum. İtfaiyenin bozuk kanal yolundan geldiğini ve bu yüzden de kaza yerine gecikmeli yetiştiğini kaydediyordum.
Gördüğüm bu rüyadan sonra o gün gözlerim hep gelip geçen uçaklardaydı. Akşam sularında elektrikler yandığında havada motor sesi duyunca verandada oturan Robert’e (kocam) bağırdım:
“İşte bir uçak geliyor, o da rüyamdaki gibi köşkün damına çarpıp parçalanacak. İtfaiyeyi ara, kanal yolundan değil üst yoldan gelsinler!”
Kocam verandada çevreye göz attıktan sonra içeriye seslendi: “Bu gelen uçak iyi durumda, kaza filan yapacağa benzemiyor!”
Robert’in bu sözlerine çok hiddetlenmiştim. Elimde olmayarak ben de ona söylendim:
— “Sen bu konuyu benim gibi bilemezsin, ne söylüyorsam lütfen karşı koymadan yap!”
Birkaç dakika geçmişti. Bir çarpışma sesi duyduk. Rüyada gördüğüm kaza olmuştu. Uçağın pilotu alevlerden kendini kurtaramadan yanmıştı. İtfaiye arızalı kanal yolundan geldiği için kaza yerine yetişmekte geç kalmış, köşk de yanmıştı.
Bu acı olaydan sonra kendimi toparlayabilmem için birkaç hafta geçmesi gerekti. Rüyanın bildirdiği uyarı mesajını zamanın da kullanabilmiş olsaydım, belki de kazanın sonucu daha hafif olacaktı...”
Burada bayanın varmış olduğu yargı doğruydu. Çünkü bu gibi psişik yüzleşimler gerektiği gibi kullanıldığı takdirde bazı felaketlerin önlenmesini mümkün kılabiliyordu. [/b][/color]
[color=#FF8000][b]5-)
Ontario/Kanada’daki Amhurstberg kasabası; Detroit Nehri kıyısında kurulu sevimli, sakin ve eski bir yerleşimdir. Büyük metropolitan bölgesinden bir saatlik araba yolculuğuyla, sanki bir önceki yüzyıldan izler taşıyan bu kasabaya ulaşılır. En iyi arkadaşlarımdan biri olan Pattı Henson, Windsor Üniversitesinde okuyorken ailesi ile birlikte kalıyordu. Ailesi, ön kısmında babasının mücevher dükkanı için uygun bir kısım da bulunan eski, gecen yüzyıl sonunda yapılmış bir çiftlik evi satın almıştı. Patti’nin iki büyük çoban köpeği vardı ve bu eve taşınılması, en çok onları mutlu etmişti.
İlk başlarda, olay bir rahatsızlıktan ibaretti. Arka yatak odalarından biri hep soğuktu. Kaloriferlere ne kadar çok dilim eklense de, oda kemikleri donduracak kadar soğuktu. Sonra Patti, çoban kopeklerinin o odaya hiç girmediklerini fark etti. Zorla içeri sokulursalar hırlıyorlar kulaklarını geriye yatırıyor ve izin verilir verilmez odayı terk ediyorlardı.
Bir keresinde beni yemeğe davet etmişlerdi ve neden olduğunu söylemeksizin o yatak odasına girip neler hissettiğimi söylememi istediler. Detroit’teki Wayne Üniversitesinde bir psişik deneye katılmıştım ve bir bakıma “hassas” olarak kabul ediliyordum. Kabul ettim ve odaya girer girmez, “diken üstünde oturuyor” gibi oldum. İçim üşümüştü ve kendimi çok üzgün hissediyordum. Bunu Patti’ye anlattım ve ailedeki herkesin bu odadayken aynı şeyi hissettiğini anlattı bana. Hiç kimse o odada uyumak istemiyordu ve eğer yatmak zorunda kalırlarsa, korkunç bir ölümle ilgili kabuslar görüyorlardı. Dahası yatak odasının kapısı bir türlü kapalı kalmıyordu. Arada bir, etrafta kimseler yokken ve pencereler de kapalıyken yüksek bir sesle birden açılıveriyordu.
Merakim iyice arttığından, ertesi gün yerel Tarih Derneği ile bağlantıya geçtik ve şunu öğrendik O odada kıskanç bir koca karısını bıçaklayarak vahşice öldürmüş ve daha sonra kendi bileklerini kesip, intihar etmişti. Tabi k köpeklere herkes hak verdi, madem girmek istemiyorlardı, girmeyeceklerdi. O oda artık kiler olarak kullanılıyordu. [/b][/color]
6-)
Ben muhasebecilik yapıyorum. Vergi zamanı müşterilerimden biri, dört yaşındaki kızı Corinne’le büroma gelmişti. Uzun atkuyruğu saçları olan bu sarışın kız annesinin yanında duruyordu. Ama bir yandan da çok ciddi bir şekilde beni süzüyordu. Vergilerle olan işlerimiz bittiğinde, Corinne bana, “Ağzınızda sallanan bir dişiniz var.” dedi.
Şaşkınlık içinde ona baktım, bu arada dilimle ağzımın içini taramaya başlamıştım.
Annesi kızdı: “Corinne, sus bakayım.” Corinne’in istenmeyen şeyler söylemesi ilk defa olmuyordu galiba. Kız bir iki dakika yine sessizliğe büründü ama yine bana bakıyordu. Ve birdenbire, “Ağzınızda sallanan bir dişiniz var.” dedi tekrar.
Annesi kızına dönüp çok ciddi bir tonda, “Corinne, sessiz olmazsan seni arabaya bırakırım. Orada tek başına beklersin.” dedi. Kız parlak mavi gözlerini odanın içindeki eşyalara çevirdi. Aynı anda, ağzımda, daha önce hiç fark etmemiş olduğum sallanan bir diş buldum. “Ama ağzımda gerçekten sallanan bir diş var.” Dedim şaşkınlıkla. Annesi anlamsız gözlerle bana baktı. Sonra Corinne’e, “Sen bunu nereden biliyordun?” diye sordum. Omuzlarını silkti. Bu kız galiba bir durugörür diye düşünüyordum. Ne harika bir hediye. Ama annesinin onu nasıl azarladığını hatırladım hemen. Annesinin yüzündeki rahatsızlığın korkuya dönüştüğünü gördüm. Annesi hemen evraklarını topladı ve muhasebe konusunda sorum olursa onu arayabileceğimi söyleyerek hızla büromdan çıktı.
Kendi kızımın, Corinne’in yaşında olduğu zamanları hatırladım. Zelly adını verdiği bir oyun arkadaşı vardı kızımın. Hiçbir aile üyesi Zelly’i görmüyordu. Ama onun yaşadığını hepimiz kabul etmiştik.
Kızım Evanne okula başladıktan bir gün sonra, Zelly’den epeydir söz etmediğini hatırladım. “Zelly bugünlerde nerede?” diye sorduğumda, düşünceli bir şekilde durdu ve “Zelly okulu sevmedi ve gitti.” dedi.
Acaba çocuklar gerçekten doğal durugörür mü? Biz büyükler onların yeteneklerini desteklemeliyiz ve olumlu amaçlar yönünde nasıl kullanacaklarını öğretmeliyiz.
Evet, olaydan bir gün sonra dişimi kontrol ettirmek için dişçime gittim.
[color=#BF0000][b]7-)
1828 yılında New Brunswick’teki St. John Limanına doğru yol alan 5. 5. Vestris Gemisinin birinci süvarisi İskoçya’nın aynı addaki kurtarıcısının soyundan Robert Bruce idi. Bir gün öğleye doğru Bruce kaptan ile güvertede güneşin durumunu inceliyordu. Biraz sonra ikisi de aşağıya indiler.
Birinci süvari hesaplarla bir süre uğraştıktan sonra yerinden kalkarak kaptanın kamarasına gitti. Kapıyı araladıktan sonra:
“Affedersiniz efendim, ama ben hesapları çözemiyorum,” dedi.
Kaptanın kürsüsünde oturan adam başını kaldırınca, Bruce yıldırımla vurulmuşa döndü. Kürsüde oturan adam, kaptan olmak şöyle dursun, gemidekilerin hiçbirine benzemeyen bir yabancıydı.
Bruce, yabancının sabit bakışları karşısında dona kalmıştı. Neden sonra, kaptanın kamarasından dışarı fırlayabilme gücünü bulabildi.
Kaptan güvertedeydi. Bruce, onu görünce:
“Kaptanım kamaranızda bir yabancı var,” diye haykırdı.
“Bir yabancı mı? Kesinlikle süvari ya da kamarottur. Kamarama izinsiz olarak kim girebilir?”
Bruce, “Hayır. Kamaranızda ömrümde hiç görmediğim bir adam var,” diye ısrar ediyordu.
Bunun üzerine kaptan, “Bir daha kamarama git iyice bak,” dedi.
Bruce titredi; “Bir daha oraya tek başıma gitmemeyi tercih ederim,” deyiverdi.
Biraz sonra kaptanla aşağı inince kamarayı boş buldular. Bütün gemi arandığı halde hiçbir yabancıya rastlanmadı. Bununla beraber Bruce, hikayesinde ısrar ediyordu. “Yabancıyı, kürsünüzün üzerindeki yazı taşına bir şeyler yazarken gördüğüme yemin ederim, diyordu. Kaptan, “O halde yazı hala orada olmalı,” dedi.
Biraz sonra yazı taşı elinde idi. Gerçekten yazı taşının üstünde bir şeyler yazılı idi. Kaptan, Bruce’e “Bu senin yazın olacak,” dedi. Yaza taşının üzerinde “Kuzey Batıya dönün” sözcükleri yazılı idi. Kaptan devam etti: “Bruce, bizimle alay ettiğini itiraf et. Şuraya aynı kelimeleri yaz da senin yazını buradakiyle karşılaştıralım.”
Karşılaştırma yapılınca, Bruce’un yazısının, yazı taşındakinden bütünüyle farklı olduğu görüldü. Bu sefer geminin bütün personelinin yazıları da karşılaştırıldı. Hiç kimsenin yazısı yazı taşındakine uymuyordu. Sonunda kaptan kararını verdi; “Ben Tanrı’ya, kadere kısmete inanırım,” dedi. “Bu mesajın gizli bir anlamı olacak. Kuzey batıya dönelim de olanları görelim.”
Gemi bir süre kuzey batıya doğru yol aldıktan sonra ileride bir buzdağı belirdi. Buzdağına yaklaşınca, başka bir geminin buzdağına çarpıp yapışmış olduğu görüldü. Sağ kalabilen birkaç kişi geminin dalgalarla kamçılanan güvertesine sıkı sıkı sarılmışlardı. Kurtarılan kazazedelerin bir tanesi Bruce’un dikkatini çekti. Bu adam, Bruce’un kaptanın kamarasındaki yazı taşına bir şeyler yazarken gördüğü yabancıya tıpatıp benziyordu.
Vestris, buzdağından uzaklaşınca, Bruce kaptana bu keşfini anlattı. Kazaya uğrayan geminin kaptanına da bu olaydan söz ettiler. Kaptan, “Ne anlatmak istediğinizi anlıyorum. Bu gemici bize, bugün kesinlikle kurtulacağımızı söylemişti,” der.
Vestris’in kaptan kamarasına çağrılan denizci, kurtarılmadan birkaç saat önce rüyasında, başka bir gemide bulunduğunu ve bu geminin, buzların üstünde kalan kazazedeleri kurtarmaya geleceğini görmüş olduğunu söyledi. [/b][/color]