KİNETİK İNSAN!
- Sun's GirL
- Mesajlar: 60
- Kayıt: 31 Eki, 17:40
KİNETİK İNSAN!
Geçmişten günümüze kadar milyonlarca insanın ölümüne ve sakat kalmasına neden olan deprem gerçekliği
karşısında,çağın gelişen bilim ve tekniğinin aciz ve çaresiz kalması bu problem bilmecesinin çözümünü
geciktirmiştir.Yeryüzünde meydana gelen depremlerin asıl kaynağı,kırık fay hatlarının sıkışıp oynamalarıyla boşalan enerji
ile doğru orantılı değildir.Depremin asıl kaynağı gökyüzünde ısı ve ışık kaynağı olan;Güneş;teki hidrojen gazının sıkışıp
patlamasıyla açığa çıkan devinimsel kozmik dalga ışınım enerjisidir. Isı ve ışık kaynağı olan Güneş;te meydana gelen
patlamayla açığa çıkan devinimsel kozmik dalga ışınım enerjisi,yeryüzündeki kırık fay hatlarını harekete geçirebileceği gibi
yeni kırık fay hatları oluşturur. Güneş;te 27 günlük periyotlarla meydana gelen patlamalardan çıkan bu enerji gücü,önce
güneşe en yakın gezegen olan Merküre daha sonra venüse sonra dünyaya doğru ilerler.Dünya;ya gelmeden dünya atmosferine
Doğru ilerler.Dünya atmosfer tabakalarından,troposfer,stratosfer,kemosfer,mezosfer,ozonosfer,iyonisfer ve eksozfer
katmanlarında çeşitli değişimlerden absorbsiyon,refleksiyon ve difüzyona uğrayarak kinetik enerjiye dönüşür. Kinetik
enerjiye dönüşen devinimsel kozmik dalga ışınım enerjisi,yeryüzü kırık fay hatlarını,yerçekimi kuvvetiyle harekete geçirerek
büyük depremleri oluşturur. Devinimsel kozmik dalga ışınım enerjisi;kontrol edilebilir ve yönlendirilebilinir özelliğinin
olmasından dolayı,kozmoloji(uzaybilim) bilimiyle ilgilenen ülkeler tarafından kullanılarak herhangi bir yerde bilinçli olarak
Depremler meydana getirilebilinir. DEPREM 24 SAAT İÇERİSİNDE ÖĞRENİLEBİLİNİR Deprem olamadan önce,deprem olacak
yer;de(Gökyüzünde) ışınım şekilleri oluşur.Güneşte meydana gelen patlamalardan sonra açığa çıkan devinimsel kozmik dalga
ışınım enerjisi,atmosferde çeşitli değişimlere maruz kalırken renk değişiminede uğrar.Bilimsel filtre olarak
adlandırılan,kozmik ışınlar ayırıcısı ile deprem olmadan önce,deprem olacak bölgenin(Gökyüzünde)
sarı,eflatun,pembe,mor,lacivert ve mavi renk ışınımları oluşur.Bu ışınımlar bilimsel filtre yöntemiyle ayırt edilerek deprem
olacağı zaman söylenebilinir. Depremlerin Asıl Sebebi Evrendeki Isı ve Işık Kaynağı Güneşteki Hidrojen Gazının Sıkışıp
Patlamasıyla Açığa Çıkan DEVİNİMSEL KOZMİK DALGA IŞINIM ENERJİSİDİR.(((Büyük Depremlerin Asıl Sebebi Güneş'teki
Patlamalardır.))) SPİRİTÜAL-VARYASYON ve KOZMİK VARYASYON SENDROMU Metafizik uzmanı Gökhan hani geliştirdiği
spiritüal-veryasyon ve kozmik veryasyon sendromu çalışmasıyla insan vücudun da biriken negatif enerji analiz haritasını
çıkardı.Bu çalışmasıyla modern tıp'ın çözümleyemediği yüzlerce hastalığın teşhisini yaptı. Modern tıp imkanlarının tüm
uğraşlarına rağmen tedavi umudu bulamayan hastalara geliştirilen spiritüal-varyasyon ve kozmik-varyasyon yöntemleriyle
hastalıkların teşhisi ve tanımı yapılabilinmektedir.Milyonda bir bulunan hastalıklar ve ruhsal sorunların kaynağının evrensel
çekim kuvvetinin insan anatomisi üzerinde yaptığı deformasyonlardan oluştuğu sonucuna varıldı. Manyatizma yöntemiyle
insan vucudunda bulunan tüm hücrelerin evrendeki enerji akımlarıyla alakadar olduğu mesmer tarafından ilk kez ortaya
çıkarılmasına rağmen.Günümüzün şartlarına uygun geliştirilememişti.Evrensel çekim kuvvetinde meydana gelen enerji
değişimlerinin insan anatomisine yaptığı etkiler negatif yönde olması,çeşitli hastalıklara neden olmaktadır. kanser, sedef,
çeşitli fizyolojik hastalıklar ile,ruhsal hastalıklar için bu yöntem ile tedavi umudu doğuyor.Çalışmalar bilimsel kaynaklar ve
analizler dahilinde gerçekleşiyor.
karşısında,çağın gelişen bilim ve tekniğinin aciz ve çaresiz kalması bu problem bilmecesinin çözümünü
geciktirmiştir.Yeryüzünde meydana gelen depremlerin asıl kaynağı,kırık fay hatlarının sıkışıp oynamalarıyla boşalan enerji
ile doğru orantılı değildir.Depremin asıl kaynağı gökyüzünde ısı ve ışık kaynağı olan;Güneş;teki hidrojen gazının sıkışıp
patlamasıyla açığa çıkan devinimsel kozmik dalga ışınım enerjisidir. Isı ve ışık kaynağı olan Güneş;te meydana gelen
patlamayla açığa çıkan devinimsel kozmik dalga ışınım enerjisi,yeryüzündeki kırık fay hatlarını harekete geçirebileceği gibi
yeni kırık fay hatları oluşturur. Güneş;te 27 günlük periyotlarla meydana gelen patlamalardan çıkan bu enerji gücü,önce
güneşe en yakın gezegen olan Merküre daha sonra venüse sonra dünyaya doğru ilerler.Dünya;ya gelmeden dünya atmosferine
Doğru ilerler.Dünya atmosfer tabakalarından,troposfer,stratosfer,kemosfer,mezosfer,ozonosfer,iyonisfer ve eksozfer
katmanlarında çeşitli değişimlerden absorbsiyon,refleksiyon ve difüzyona uğrayarak kinetik enerjiye dönüşür. Kinetik
enerjiye dönüşen devinimsel kozmik dalga ışınım enerjisi,yeryüzü kırık fay hatlarını,yerçekimi kuvvetiyle harekete geçirerek
büyük depremleri oluşturur. Devinimsel kozmik dalga ışınım enerjisi;kontrol edilebilir ve yönlendirilebilinir özelliğinin
olmasından dolayı,kozmoloji(uzaybilim) bilimiyle ilgilenen ülkeler tarafından kullanılarak herhangi bir yerde bilinçli olarak
Depremler meydana getirilebilinir. DEPREM 24 SAAT İÇERİSİNDE ÖĞRENİLEBİLİNİR Deprem olamadan önce,deprem olacak
yer;de(Gökyüzünde) ışınım şekilleri oluşur.Güneşte meydana gelen patlamalardan sonra açığa çıkan devinimsel kozmik dalga
ışınım enerjisi,atmosferde çeşitli değişimlere maruz kalırken renk değişiminede uğrar.Bilimsel filtre olarak
adlandırılan,kozmik ışınlar ayırıcısı ile deprem olmadan önce,deprem olacak bölgenin(Gökyüzünde)
sarı,eflatun,pembe,mor,lacivert ve mavi renk ışınımları oluşur.Bu ışınımlar bilimsel filtre yöntemiyle ayırt edilerek deprem
olacağı zaman söylenebilinir. Depremlerin Asıl Sebebi Evrendeki Isı ve Işık Kaynağı Güneşteki Hidrojen Gazının Sıkışıp
Patlamasıyla Açığa Çıkan DEVİNİMSEL KOZMİK DALGA IŞINIM ENERJİSİDİR.(((Büyük Depremlerin Asıl Sebebi Güneş'teki
Patlamalardır.))) SPİRİTÜAL-VARYASYON ve KOZMİK VARYASYON SENDROMU Metafizik uzmanı Gökhan hani geliştirdiği
spiritüal-veryasyon ve kozmik veryasyon sendromu çalışmasıyla insan vücudun da biriken negatif enerji analiz haritasını
çıkardı.Bu çalışmasıyla modern tıp'ın çözümleyemediği yüzlerce hastalığın teşhisini yaptı. Modern tıp imkanlarının tüm
uğraşlarına rağmen tedavi umudu bulamayan hastalara geliştirilen spiritüal-varyasyon ve kozmik-varyasyon yöntemleriyle
hastalıkların teşhisi ve tanımı yapılabilinmektedir.Milyonda bir bulunan hastalıklar ve ruhsal sorunların kaynağının evrensel
çekim kuvvetinin insan anatomisi üzerinde yaptığı deformasyonlardan oluştuğu sonucuna varıldı. Manyatizma yöntemiyle
insan vucudunda bulunan tüm hücrelerin evrendeki enerji akımlarıyla alakadar olduğu mesmer tarafından ilk kez ortaya
çıkarılmasına rağmen.Günümüzün şartlarına uygun geliştirilememişti.Evrensel çekim kuvvetinde meydana gelen enerji
değişimlerinin insan anatomisine yaptığı etkiler negatif yönde olması,çeşitli hastalıklara neden olmaktadır. kanser, sedef,
çeşitli fizyolojik hastalıklar ile,ruhsal hastalıklar için bu yöntem ile tedavi umudu doğuyor.Çalışmalar bilimsel kaynaklar ve
analizler dahilinde gerçekleşiyor.
- Sun's GirL
- Mesajlar: 60
- Kayıt: 31 Eki, 17:40
Re: KİNETİK İNSAN!
ATOMUN ELEKTRİKLİ YAPISI
1. Çekirdekteki Dev Güç: Güçlü Nükleer Kuvvet
Çevremizde gördüğümüz her şeyin, kendimiz de dahil olmak üzere atomlardan oluştuğunu ve bu atomların da pek çok parçacıktan meydana geldiğini gördük. Peki bir atomun çekirdeğini oluşturan tüm bu parçacıkları bir arada tutan güç nedir? İşte çekirdeği bir arada tutan ve fizik kurallarının tanımlayabildiği en şiddetli kuvvet olan bu kuvvet, "güçlü nükleer kuvvet"tir.
Bu kuvvet atomun çekirdeğindeki protonların ve nötronların dağılmadan bir arada durmalarını sağlar. Atomun çekirdeği bu şekilde oluşur. Bu kuvvetin şiddeti o kadar fazladır ki, çekirdeğin içindeki protonların ve nötronların adeta birbirine yapışmasını sağlar. Bu yüzden bu kuvveti taşıyan çok küçük parçacıklara Latince'de "yapıştırıcı" anlamına gelen "gluon" denilmektedir.
Bu yapışmanın şiddeti çok hassas ayarlanmıştır. Bu yapıştırıcının kuvveti protonların ve nötronların birbirlerine istenilen mesafede bulunmalarını sağlamak için özel olarak tespit edilmiştir. Söz konusu kuvvet biraz daha yapıştırıcı olsa protonlar ve nötronlar birbirlerinin içine geçecek, biraz daha az olsa dağılıp gideceklerdi. İşte bu kuvvet Büyük Patlama'nın ilk saniyelerinden beri atomun çekirdeğinin oluşması için gerekli olan yegane değere sahiptir.
Güçlü nükleer kuvvetin açığa çıktığı zaman ne kadar büyük tahrip gücü olduğunu bize Hiroşima ve Nagazaki'deki tecrübeler göstermiştir. Atom bombalarının bu denli etkili olmasının tek sebebi atom çekirdeğinde saklanan gücün açığa çıkmasıdır.
2. Atomun Emniyet Kemeri: Zayıf Nükleer Kuvvet
Şu an yeryüzündeki düzeni sağlayan en önemli etkenlerden biri de atomun kendi içinde dengeli bir yapıya sahip olmasıdır. Bu denge sayesinde maddeler bir anda bozulmaya uğramaz ve insanlara zarar verebilecek ışınları yaymaz. Atom bu dengesini çekirdeğindeki protonlarla nötronlar arasında var olan "zayıf nükleer kuvvet" sayesinde elde eder. Bu kuvvet özellikle içinde fazla nötron ve proton bulunduran çekirdeklerin dengesini sağlamada önemli bir rol oynar. Bu dengeyi sağlarken gerekirse bir nötron protona dönüşebilir.
Bu işlem sonucunda çekirdekteki proton sayısı değiştiği için, artık atom da değişmiş, farklı bir atom olmuştur. Burada sonuç çok önemlidir. Bir atom parçalanmadan, başka bir atoma dönüşmüş ve varlığını korumaya devam etmiştir. İşte bu şekilde de canlılar kontrolsüz bir şekilde çevreye dağılıp insanlara zarar verecek parçacıklardan gelebilecek tehlikelere karşı adeta bir emniyet kemeri gibi korunmuş olur.
3. Elektronları Yörüngede Tutan Kuvvet: Elektromanyetik Kuvvet
Bu kuvvetin keşfedilmesi fizik dünyasında bir çığır açtı. Her cismin kendi yapısal özelliğine göre bir "elektrik yükü" taşıdığı ve bu elektrik yükleri arasında bir kuvvet olduğu öğrenilmiş oldu. Bu kuvvet zıt elektrik yüklü parçacıkların birbirini çekmesini, aynı yüklü parçacıkların da birbirlerini itmelerini sağlar. Bu sayede bu kuvvet atomun çekirdeğindeki protonlarla çevresindeki yörüngelerde dolaşan elektronların birbirlerini çekmelerini sağlar. İşte bu şekilde atomu oluşturacak iki ana unsur olan "çekirdek" ve "elektronlar" bir araya gelme fırsatı bulurlar.
Bu kuvvetin şiddetindeki en ufak bir farklılık elektronların çekirdek etrafından dağılmasına ya da çekirdeğe yapışmasına neden olur. Her iki durumda da atomun, dolayısıyla madde evreninin oluşması imkansız hale gelir. Oysa bu kuvvet ilk ortaya çıktığı andan itibaren sahip olduğu değer sayesinde çekirdekteki protonlar elektronları atomun oluşması için gereken en uygun şiddette çeker.
Güçlü nükleer kuvvet
15
Zayıf nükleer kuvvet
7,03.10 -3
Elektromanyetik kuvvet
3,05.10 -12
1. Çekirdekteki Dev Güç: Güçlü Nükleer Kuvvet
Çevremizde gördüğümüz her şeyin, kendimiz de dahil olmak üzere atomlardan oluştuğunu ve bu atomların da pek çok parçacıktan meydana geldiğini gördük. Peki bir atomun çekirdeğini oluşturan tüm bu parçacıkları bir arada tutan güç nedir? İşte çekirdeği bir arada tutan ve fizik kurallarının tanımlayabildiği en şiddetli kuvvet olan bu kuvvet, "güçlü nükleer kuvvet"tir.
Bu kuvvet atomun çekirdeğindeki protonların ve nötronların dağılmadan bir arada durmalarını sağlar. Atomun çekirdeği bu şekilde oluşur. Bu kuvvetin şiddeti o kadar fazladır ki, çekirdeğin içindeki protonların ve nötronların adeta birbirine yapışmasını sağlar. Bu yüzden bu kuvveti taşıyan çok küçük parçacıklara Latince'de "yapıştırıcı" anlamına gelen "gluon" denilmektedir.
Bu yapışmanın şiddeti çok hassas ayarlanmıştır. Bu yapıştırıcının kuvveti protonların ve nötronların birbirlerine istenilen mesafede bulunmalarını sağlamak için özel olarak tespit edilmiştir. Söz konusu kuvvet biraz daha yapıştırıcı olsa protonlar ve nötronlar birbirlerinin içine geçecek, biraz daha az olsa dağılıp gideceklerdi. İşte bu kuvvet Büyük Patlama'nın ilk saniyelerinden beri atomun çekirdeğinin oluşması için gerekli olan yegane değere sahiptir.
Güçlü nükleer kuvvetin açığa çıktığı zaman ne kadar büyük tahrip gücü olduğunu bize Hiroşima ve Nagazaki'deki tecrübeler göstermiştir. Atom bombalarının bu denli etkili olmasının tek sebebi atom çekirdeğinde saklanan gücün açığa çıkmasıdır.
2. Atomun Emniyet Kemeri: Zayıf Nükleer Kuvvet
Şu an yeryüzündeki düzeni sağlayan en önemli etkenlerden biri de atomun kendi içinde dengeli bir yapıya sahip olmasıdır. Bu denge sayesinde maddeler bir anda bozulmaya uğramaz ve insanlara zarar verebilecek ışınları yaymaz. Atom bu dengesini çekirdeğindeki protonlarla nötronlar arasında var olan "zayıf nükleer kuvvet" sayesinde elde eder. Bu kuvvet özellikle içinde fazla nötron ve proton bulunduran çekirdeklerin dengesini sağlamada önemli bir rol oynar. Bu dengeyi sağlarken gerekirse bir nötron protona dönüşebilir.
Bu işlem sonucunda çekirdekteki proton sayısı değiştiği için, artık atom da değişmiş, farklı bir atom olmuştur. Burada sonuç çok önemlidir. Bir atom parçalanmadan, başka bir atoma dönüşmüş ve varlığını korumaya devam etmiştir. İşte bu şekilde de canlılar kontrolsüz bir şekilde çevreye dağılıp insanlara zarar verecek parçacıklardan gelebilecek tehlikelere karşı adeta bir emniyet kemeri gibi korunmuş olur.
3. Elektronları Yörüngede Tutan Kuvvet: Elektromanyetik Kuvvet
Bu kuvvetin keşfedilmesi fizik dünyasında bir çığır açtı. Her cismin kendi yapısal özelliğine göre bir "elektrik yükü" taşıdığı ve bu elektrik yükleri arasında bir kuvvet olduğu öğrenilmiş oldu. Bu kuvvet zıt elektrik yüklü parçacıkların birbirini çekmesini, aynı yüklü parçacıkların da birbirlerini itmelerini sağlar. Bu sayede bu kuvvet atomun çekirdeğindeki protonlarla çevresindeki yörüngelerde dolaşan elektronların birbirlerini çekmelerini sağlar. İşte bu şekilde atomu oluşturacak iki ana unsur olan "çekirdek" ve "elektronlar" bir araya gelme fırsatı bulurlar.
Bu kuvvetin şiddetindeki en ufak bir farklılık elektronların çekirdek etrafından dağılmasına ya da çekirdeğe yapışmasına neden olur. Her iki durumda da atomun, dolayısıyla madde evreninin oluşması imkansız hale gelir. Oysa bu kuvvet ilk ortaya çıktığı andan itibaren sahip olduğu değer sayesinde çekirdekteki protonlar elektronları atomun oluşması için gereken en uygun şiddette çeker.
Güçlü nükleer kuvvet
15
Zayıf nükleer kuvvet
7,03.10 -3
Elektromanyetik kuvvet
3,05.10 -12
- Sun's GirL
- Mesajlar: 60
- Kayıt: 31 Eki, 17:40
Re: KİNETİK İNSAN!
QUANTUM FİZİĞİ (QUANTİK FİZİK)
"Ayrıştır, ayrıştır, ayır
Bu işin sonu yok...”
Maurane
Quantun fiziği, müşahhas uygulamaları da olan (bilgisayarlar, laserler, CD’ler, DVD’ler, mikrocerrahi, elektron mikroskobu, MRI-Magnetic Resonance Imaging, Spektroskopi, PET-Positrone Electrone Tomography v.s...) ve günümüz biliminin en önemli mevzularından biridir.
Tabiatı anlama babında da önemli bir “devrim” olarak kabul edilmektedir. Quantum fiziği, üç kanatlı bir kapı veya pencere gibi de ele alınabilir:
Enerjinin quantlaşması
Fizik bilimi yıllarca, enerjinin “devamlı” olduğunu kabul etti. Yani, enerjinin belli bir aralık içinde, bütün değerleri alabileceğine inanılıyordu. Şöyle ki, bir araç tedricî olarak, 0 ilâ 50 km/h hızla ivmelenirken, kinetik (hareket) enerjisi 0 ilâ 15 kJ (kilo-Joule) arasında devamlılık arzedecek bir biçimde değişiyordu. 19. yy’ın başlarından itibaren, bazı araştırmalar bunun her zaman böyle olmadığını gösterdi. Bazı hallerde, enerji yalnızca determine edilmiş (kesinleştirilmiş, belirlenmiş) veya “quantifiye” (nicelenmiş, nicel değer almış) değerler alabiliyordu. İşte, quantum fiziği adını da buradan (Quantifié) aldı.
Tarihî olarak bakıldığında;
1814: Joseph Von Fraunhoffer, güneşin görülebilir spektrumunun (dalgaboyu) devamlılık arzetmediğini ve fakat siyah bandlar teşkil ettiğini tesbit etti. Gerçekte, güneş devamlılık arzeden bir ışın yayıyordu ancak, bazı dalga uzunlukları (renkler) onu çevreleyen gazlar tarafından emiliyordu;
1854: Gustav Kirchoff ışığın, madde tarafından karakteristik bir biçimde yayılmasını ve soğurulmasını (emilmesini) keşfetti. Madde sadece bazı renkleri (belli dalga uzunluklarını) soğuruyordu ve yine sadece bazı renkleri yayıyordu. Bunlara, spektral (dalgaboysal) hatlar veya karakteristik hatlar adı verildi;
1859: G. Kichoff ve Robert Bunsen iki yeni kimyevî elementin varlığını keşfetti: Caesium (55) ve Rubidium (37);
1900: Max Planck, "Kara Madde"nin ışımasını inceleyerek, Elektromanyetik Enerji’nin (Elektron Çekim Enerjisi) değişim yaptığını ve “quantik” (nicel değerler taşıyan) olduğunu saptadı. Değişimler (alışverişler), parçalar (Enerji Tanecikleri) vasıtasıyla yapılıyordu ve “devamlılık” arzetmiyordu;
Kara Madde (Kara Cisim), metallerin ısıtılması sonucu neden ışıklı hâle gelmediğinin açıklamasına izin veriyordu: Enerjiyi dışarıdan elektromanyetik biçimde (görünür ışık, IR- Kızılötesi, Kızılaltı UV- Morötesi, Morüstü) alıyordu. Dengeye ulaştığında, yine EM formunda, dışarıdan aldığı kadar enerji yayıyordu (ışıyordu);
Eğer enerji, devamlı bir biçimde değişiyorsa, “kara madde”, hesaplara göre, sonsuz bir enerji içerecekti ki, bu durum, “Ultraviyole-Morötesi Katastrof” (Morötesi Mahvoluş) olarak adlandırılır;
1913: Niels Bohr, elektronların enerji seviyelerinin quantifiye olduğunu (nicel değerler taşıdığı) bir atom modeli önerdi. Buna göre, elektronların total enerjisi sadece belli değerler alabilecekti. Böylece, spektral hatlar, bu belirli yörüngeler arasında, elektron sıçramalarına tekâbül edeceklerdi;
1923: Dirk Coster ve Georg Von Hevesy, Hafnium (72) isimli kimyevî elementi keşfettiler.
Foton’un keşfi ve dalga-parçacık (cisimcik) ikiliği
19. yy. İtibariyle, Fizik iki tip nesne ayırdediyordu:
-Yaygın nesneler ve materyaller ki, onlar, kütleleriyle, hacimleriyle, uzaydaki konumlarıyla, kırılmaları ve yapışmalarıyla ve boşluktan yaratılmalarıyla ve yok olmamalarıyla tanımlanabiliyorlardı.
-Ses gibi, maddi olmayan dalgalar ki, onlar, lokalize edilemiyorlardı (bir yer isnad edilemiyordu. Bir sesin kökeni keskinleştirilemez ama yerde işitilir), birbirlerine eklenebiliyorlardı (örneğin iki nota bir müzik akordunda birbirlerine eklenebilirler ve buna interference denir), onlar üretebiliyor ve yokedilebiliyorlardı (örneğin, bir gitar telini bükmek suretiyle).
20. yy.’ın başlarında elektromanyetizm ve ışıkla ilgili olarak keşfedilen bazı olaylar (fenomenler) –Foto-elektrik ve kara madde gibi- fizikçileri, ilkelerini yeniden gözden geçirmeye mecbur etti. Bazı dalgasal fenomenler ancak ve ancak partiküllerle (parçacıklarla) izah edilebilirdi ve “parçacıklar” aynı dalgalar gibi davranıyorlardı. Daha sonraları ortaya felsefî bir problem çıktı: Maddi bir parçacık sözkonusu olduğunda, bu dalgasal kavrama ne anlam yüklenecekti? Born, bu duruma, “Varlığın İhtimali” adını verdi.
1831: Michael Faraday, mıknatısların etrafında hatlar meydana getiren görünmez manyetik kuvvetlerin varolduğu hipotezini ortaya attı;
1861: James Maxwell, elektromanyetizma kanunlarını formüle etti. Buna göre ışık, elektromanyetik bir dalgaydı;
1887: Heinrich Hertz, elektromanyetik dalgaların, ışık ve ısı dalgaları ile aynı özelliklere sahib olduğunu iddia etti ve Maxwell hipotezini ortaya attı. Aynı zamanda fotoelektrik fenomenini keşfetti. Bir oscillator’la (harekete geçirici bir bobin sistemi, titreştirici) elektromanyetik dalgalar üretti. Bu dalgalar bir kıvılcım ortaya çıkardılar. Bu UV ışınlarının kıvılcımın oluşmasına yardımcı olduklarını gösteriyordu;
1900: Philippe Lenard, elektronun foto-elektrik olayındaki rolünü ortaya koydu. (Burada, atomun yitirdiği yükün quantifiye olmasına bile gerek yoktu.);
1905: Albert Einstein, "quantifiye olmuş ışıklı enerji modeli”ni teklif etti: Foton. Bu, kara madde içinde ve foto-elektirik olayında, enerji değişimlerinin quantifikasyonunu izah etmeye izin verdi: Bir ışık dalgasının (huzmesinin, demetinin) enerjisi “uniform” (tekbiçimli) olarak dağılmaz ve fakat, “ışık tanecikleri” içinde yoğunlaşmış (konsantre olmuş) vaziyette dağılır ki, bunlara foton denir. Fotonlar, “belirlenmiş bir miktar enerji” taşırlar. Bir Foton’un enerjisi, dalga boyuna (uzunluğuna) bağlıdır;
1923: Arthur H. Compton X ışınlarının uzunluğunun, hafif atomlar tarafından yayıldıklarında, arttığını belirledi. Bu, X ışınlarının cismî tabiatlerini ortaya koydu.
Heisenberg, Fiziğe farklı bir bakış açısı teklif etti, nesneler ölçülmüş büyüklüklerce (kütle, konum, ısı, v.s.) hiç tarif edilmemeli ve fakat diğer nesnelerle olan etkileşimleri bağlamında tanımlanmalı. (Heisenberg, Kaos teorisinin de babalarındandır.);
1924: Louis de Broglie, bütün maddi parçacıklar bir dalgaya bağlıdır hipotezini ortaya attı;
1926: Erwin Schroedinger (Alev Alatlı’nın kâbusu), dalganın fonksiyonunun (işlevinin) zaman içinde tekâmülünü tanımladı;
Max Born, dalganın işlevine bir izah getirdi: Bir mekânda, bir parçacığın varlığının ihtimalini temsil eder;
1927: Clinton Davisson ve Lester Germer, elektronların dalgalar gibi davrandığını iddia ettiler;
1929: Estermann ve Otto Stern ağır moleküllerin de dalgalar gibi davrandığını ortaya koydular.
Işığın, parçacık mı, dalgacık mı olduğu uzun süreler tartışıldı. Newton’a göre, ışık parçacık akımıdır, bazılarına göre ise tamamen dalgacıktır. Einstein ise, ışığın hem dalgacık hem de parçacık karakterinde olduğunu ortaya koydu.
Quant (Nicel değeri olan) kavramını ilk olarak Max Planck kullanmıştır. Einstein ise quant kavramını “Foton” (Işık veren, ışık tanecikleri taşıyan parçacık) “Quant” kavramının muadili olarak kullanmıştır. Foton için, “Optik Quant” kavramı da kullanılır. Fotonlar, elektromanyetik kuvvetin interaction (etkileşim) partikülleridir. EM enerjiyi izah etmek için 2 model (teori) ortaya konmuştur: Parçacık (Partikül) Teorisi ve Dalga (Wave) Teorisi. Işık parçacıklardan meydana gelir ancak bazı açılardan da dalga gibi davranır.
Enerjik ve maddi olan ne varsa quantlardan müteşekkildir. Bir fotonun taşıdığı enerji miktarı değişebilir. Kırmızı ışık fotonu, yeşil ışık fotonundan daha az enerji taşır. Bir fotonun taşıdığı enerji miktarını bilirsek, enerji tipini belirleyebiliriz. Örneğin, kızıl ışık fotonu 20x10 üzeri-20 joule, turuncu ışık fotonu 25x10 üzeri eksi 20 joule, sarı ışık fotonu 30x10 üzeri eksi 20 joule, yeşil ışık fotonu 35x10 üzeri eksi 20 joule, mavi ışık fotonu 40x10 üzeri eksi 20 joule, eflatun (leylak) ışık fotonu 45x10 üzeri eksi 20 joule ve mor ışık fotonu 50x10 üzeri eksi 20 joule enerji taşır. Sezgisel olarak, parçacık teorisi bizi, büyük miktarda enerji taşıyan fotonun, (örneğin Mavi Işık) daha az miktarda enerji taşıyan fotonlardan (örneğin Kırmızı Işık) daha hızlı devindiğine inandırır. Ancak vakum ortamında bütün hepsi aynı hızla hareket etmektedirler. Daha fazla enerjisi olan fotonların kütlesi daha büyüktür. Bu mânâda, daha ağırdırlar ve bir bariyere (engele) çarptıklarında daha büyük bir basınca sebeb olurlar.
Matematik olarak, foton kütlesi ile enerjisi arasındaki ilişki aşağıdaki formülle belirlenmiştir:
E= mc². Enerji eşittir, kütle çarpı ışık hızının karesi.
E: Enerji.
M: Kütle.
C: Sabit, yani ışık hızı.
EM enerji, doğru şartlar altında dalga benzeri davranış sergiler. Işığın dalga teorisi, EM enerjiyi taşıyan bir tür iletici vasıtanın olması gerektiği fikrini vermiştir. Dalgalar, tüm boşluk alanında nasıl devinmektedirler? Elektrikî ve manyetik (cezbedici, çekici) kuvvetlerin varlığı sayesinde. Bütün dalgalar osilasyonların (salınım, titreşim) sonucudur. EM dalgalar, elektirik yüklü parçacıkların titreşimine bağlıdır. Dalga hareketinin iki mülkü vardır: Frekans (f) ve dalgaboyu (l ).
C: l f (c sabittir). l , metre, f saniye ve c de, metre/saniye olarak ifade edilir.
Görülebilir ışık dalgaları, milyon metre ile mikron arasındaki değerlerle ifade edilir. EM ışıma her dalgaboyunda gerçekleşebilir.
Değişik EM enerji tiplerinin dalga uzunlukları:
Uzak X ışınları: 10 üzeri eksi 9 metre
Yakın X ışınları: 10 üzeri eksi 8 metre
Ultraviyole (UV-Morötesi): 10 üzeri eksi 7 metre
Kızılötesi (IR-Infrared): 10 üzeri eksi 5 metre
(Görülebilir ışık mesafesi bu ikisi arasıdır.)
Uhf radyo dalgalar: 10 üzeri eksi 1 metre
Mikro dalga: 10 üzeri eksi 2 ile 10 üzeri eksi 1 arası
FM (Frequency Modulation): 10 üzeri 1 ile 10 üzeri 0 arası
Kısa dalga: 10 üzeri 2 ile 10 üzeri bir arası
Uzun dalga: 10 üzeri 3 metre
EM dalgalar, su gibi maddelerin içinden geçerken vakuma göre daha yavaş hareket ederler. Işık hızı da bazı maddelerin içine düşmektedir.
Einstein’in E=mc² denklemi relativite (görelilik, izafiyet) teorisinin en önemli sonuçlarından biridir. Madde ve enerji aslında aynı şeyin ayrı tezahürleridir. Bu bağlamda kolaylıkla ışığın madde olduğu söylenebilir. Madde enerjiye dönüşebilir. Bunun en tipik örneği atom bombasıdır. Fakat henüz, enerjiyi maddeye çevirme yöntemi geliştirilememiştir. Ancak birgün bunun olacağına şüphe yoktur. Kâinat, bütün boşluğa (eter) sürekli enerji gönderir ve bunun sonucu (kaderi) soğuk oluşumudur.
Genel relativite teorisine göre, madde ve enerji birbirine dönüşür, hızlı hareket eden, yavaş hareket edene göre daha konsantredir (yoğundur), bir nesnenin uzunluğu hareket doğrultusunda kısalır, zaman farklı farklı hızlarla akar, ışık çekim (gravity) alanlarında eğilir ve buna bağlı olarak gecikir, bir enerji aksiyonsuzluk kütlesine impulsif (itici) olarak katıldığında kütle buna cevab verir, büyür. Uzay ve zaman aynı şey değildir ama bir birlik (tevhid) oluştururlar ve birbirlerini sürekli örerler. Enerji çok hızlı bir madde veya madde çok yavaş bir enerjidir. Aradaki fark, “HIZ”dır.
Zaman enerjisi varlıklar tarafından soğurulur, zaman enerjisini yitiren bir varlık ömrünü tamamlamış olur. Zaman enerjisinin değişkenliğe sahib olması, onun hâdiselere ve yüksek frekans ışınlarına enerji kattığını gösterir. Zaman, bir olayın başında ve nihayetinde aynı akmaz. Elektrik akımının bir iletici vasıta (conductive medium) ile iletilmesi gibi, canlılığın iletimi (biologic conduction) için de, genetik (tekvin) birimlerine ihtiyaç vardır. Bu birimler zaman enerjisine uyum sağlamış sarmal (heliks) biçimini almış ve varlığın biyolojik kaderi meydana gelmiştir.
Ay, dünyadan yaklaşık 400.000 km. uzaklıktadır. Işık, bu mesafeyi yaklaşık 1.25 saniyede kateder. Dünya üzerinde bulunan ve adına M (Moon) diyebileceğimiz bir ay saati olsa, bu saat dünya saatine göre 2.5 saniye geç kalır. Dünya ile ayın orta noktasında ise M saati dünya saati E’nin (Earth) 1.25 saniye gerisinde kalır. Ayın dünyayı eliptik olarak çerçevelediğinde ise M ve E saatleri aynı değerleri gösterirler. Hiçbir yerde fark 2.5 saniyeyi geçmez. Bunun nedeni, EM ışımanın en büyük sür’ate sahib olmasıdır.
Uzay-Zaman (Space Time) ölçme sistemi kullanıldığında “Senkronizasyon” (eşzamanlılık) kaybolmaktadır. Yani, aynı olan iki olayı zaman mesafesi ayırır. Bazı varlıkların görünmezliği de bu “Asenkronizasyon”la (zaman bariyeri) izah edilir.
Zaman yüksek hızlarda yavaşlar. Yarı ömürleri çok kısa olan ışınlar, iki gök cismi arasında diğerine ulaşmadan ölmeleri gerekirken, zamanın yavaşlamasına bağlı olarak menzile ulaşabilmektedirler. Burada, ömür değişmemekte fakat uzaydaki zaman akışı değişmektedir.
Çekime (gravitation) bağlı olan geç yaşlanmayla, ışık hızına yakın hızlardaki geç yaşlanma aynıdır. Işık hızının %99’una ulaşıldığı zaman 7 misli hızlanır. Işık hızının % 99.9’u mesabesinde ise çok geç yaşlanılır, zaman adeta durur. Işıktan ne kadar yavaşsak zaman o kadar hızlı akar, ışık hızına ne kadar yaklaşırsak, zaman o kadar yavaşlar ve buna bağlı olarak varlığın yaşlanması geriler. Zaman değişken, mekân ise geçicidir.
Ancak 2000 yılında yapılan bir laboratuar deneyi, Relativite teorisinin koyduğu “Işık Hızı Yasağı”nı (Işık hızının aşılamaz olduğu tezi) kırdı. Daha önceki yıllarda da, teorik olarak ışık hızının %120’sine sıçrayabilen enerjilerin varolduğu saptanmıştı.
Genel relativite teorisine göre kâinat, çekim etkisinin sonucu yassılaşmıştır, eğilip bükülmüştür. Uzay-Zaman boyutunun çekim etkisiyle geometrik olarak bükülmüşür. Kâinat’ta hiçbirşey doğrusal (lineer), düz ve sonsuz değildir. Madde olmaksızın kâinat düzdür fakat içine madde girdiğinde, bu madde kendi eylemsizlik (durgunluk) kütlesine eşdeğer bir çekim alanı teşkil eder. Bu çekim alanı kâinatı çukurlaştırır. Işık da bu yolu tâkib etmek mecburiyetinde olduğundan, çukurlarda zaman kaybeder.
Çekimin hızı ışık hızına eşittir, o hâlde hızlanan (hızını arttıran) bir cisim, çekime daha az bağımlı olur. Çekime bağlılığı azaldığı nisbette de maddi niteliğini yitirir. Hızlı olan, hareketsiz olanın (ya da az hareketli olanın) “geleceğine sıçrar, ulaşır”.
"Herşey zıddıyla kâimdir” hakikatinin gereği olarak, Madde’nin de bir karşıtı veya simetriği mevcuttur. Anti-madde (Karşıt madde, zıt madde). Madde artı değerlidir, sıfırdan daha ağır, uzun, buna mukabil yavaştır. Enerji, ışık hızında devindiğinden sıfır değerlidir. Madde, kütlesini bu hızda muhafaza edemez, quantlara (boyutsuz, ağırlıksız) varlıklara dönüşerek kütlesini yitirir, sıfırlar. Işık hızına ulaşan bir insanın öz kütlesi 0 grama iner, boyu da 0 cm’dir, maddi varlığı ortadan kalkar. Eğer, ışık hızının ötesine ulaşılırsa bu kez eksi değerden sözedilir. Bu değerler elimizdeki mevcut araçlarla ölçülemez. Dolayısıyla böyle bir varlık ölçülemez ve görülemez. İşte örneğin şuur böyle bir varlıktır, yani uzay-zaman boyutunun dışında beşinci bir boyuttur. Eksi bir uzay-zaman boyutunda Nûr (enerji) olarak mevcuttur. Bu eksi parçacıklara “Takyon” adı verilmektedir. Kelime, Yunanca “Tac h " (Tahi-hızlı) kelimesinden köken alır ve hızlı parçacık anlamına gelir. Enerji maddeye hükmeder, Takyonlar ise (örneğin şuur) enerjiye hükmederler.
Takyonlar Âlemi’nde, varlıklar, 100.000 km. uzunluğunda ve eksi 100.000 kg. Ağırlığında olabilmektedir, bunlara latif varlıklar da denilebilir. Hareket ışıktan daha hızlı, ışık hızını da aştığı için yeni bir kütle kazanır fakat bu kütle eksidir. Buradaki olasılıklar da, maddi âlemdeki olasılıklara göre katbekat fazladır. Herşey ışıktan daha hızlı bir osilasyona (salınım, titreşim) sahib olduğu için maddi âlem tarafından idrak edilemez. Bu âlemin diğer ismi “misâl âlemi”dir. Bu âlemde herşey, madde âleminin tersine davranır, yere düşmez yukarı hareketlenir. İnsan, üç boyut (genişlik–uzunluk-yükselik/derinlik) yani mekân (uzam)+zaman boyutu (soyut bir koordinat). Bunlar maddi âlemin hâkimleridir+Şuur’un (maddi boyutlara hükmeden takyonik boyut) birleşimi olarak karşımıza çıkar. Bu bağlamda şuur, ÜST MÂNÂ buududur. Şuur’un tecelligâhı kuvvetle muhtemel beyindir. Beyin, müşahhas bir varlıktır ancak düşünceler, duygular, rüyâlar v.s. mücerret varlıklardır, ölçülemezler, elle tutulup, gözle görülemezler, ama insanı yönetirler. İşte bu takyonik varlıklar sayesinde bedenimizi terkeder, bilmediğimiz yerlere gider, sayısız fantezi üretiriz, hatıralarla başbaşa kalabiliriz. İşte bu noktada, bütün varlıkların, aşk, duygu, sevgi, düşünce, rüyâ, hayâl, zekâ, idrak, akıl vs. maddi bedenin eşdeyişle beynin bir işlevi olup olmadığı tartışılır hâle gelmekte ve cevab olarak, “değildir” daha kuvvetli görünmektedir.
Son elli yılda quantların alt yapıları incelenmiş ve birçok sub-quantic (Quant-altı) varlığa ulaşılmıştır: Bunlar, Hadron (Yunanca Hadra: Boncuk kelimesinden), Meson (Yunanca Meso: Orta kelimesinden), Hiperon (Yunanca İper: Yüksek kelimesinden), Lepton (Yunanca Leptos: İnce kelimesinden), Barion (Yunanca Varos: Ağır kelimesinden), Pion (Latince öncü anlamında), Nucleon (Latince nucleus: Çekirdek kelimesinden), Muon gibi isimler alırlar...
"Ayrıştır, ayrıştır, ayır
Bu işin sonu yok...”
Maurane
Quantun fiziği, müşahhas uygulamaları da olan (bilgisayarlar, laserler, CD’ler, DVD’ler, mikrocerrahi, elektron mikroskobu, MRI-Magnetic Resonance Imaging, Spektroskopi, PET-Positrone Electrone Tomography v.s...) ve günümüz biliminin en önemli mevzularından biridir.
Tabiatı anlama babında da önemli bir “devrim” olarak kabul edilmektedir. Quantum fiziği, üç kanatlı bir kapı veya pencere gibi de ele alınabilir:
Enerjinin quantlaşması
Fizik bilimi yıllarca, enerjinin “devamlı” olduğunu kabul etti. Yani, enerjinin belli bir aralık içinde, bütün değerleri alabileceğine inanılıyordu. Şöyle ki, bir araç tedricî olarak, 0 ilâ 50 km/h hızla ivmelenirken, kinetik (hareket) enerjisi 0 ilâ 15 kJ (kilo-Joule) arasında devamlılık arzedecek bir biçimde değişiyordu. 19. yy’ın başlarından itibaren, bazı araştırmalar bunun her zaman böyle olmadığını gösterdi. Bazı hallerde, enerji yalnızca determine edilmiş (kesinleştirilmiş, belirlenmiş) veya “quantifiye” (nicelenmiş, nicel değer almış) değerler alabiliyordu. İşte, quantum fiziği adını da buradan (Quantifié) aldı.
Tarihî olarak bakıldığında;
1814: Joseph Von Fraunhoffer, güneşin görülebilir spektrumunun (dalgaboyu) devamlılık arzetmediğini ve fakat siyah bandlar teşkil ettiğini tesbit etti. Gerçekte, güneş devamlılık arzeden bir ışın yayıyordu ancak, bazı dalga uzunlukları (renkler) onu çevreleyen gazlar tarafından emiliyordu;
1854: Gustav Kirchoff ışığın, madde tarafından karakteristik bir biçimde yayılmasını ve soğurulmasını (emilmesini) keşfetti. Madde sadece bazı renkleri (belli dalga uzunluklarını) soğuruyordu ve yine sadece bazı renkleri yayıyordu. Bunlara, spektral (dalgaboysal) hatlar veya karakteristik hatlar adı verildi;
1859: G. Kichoff ve Robert Bunsen iki yeni kimyevî elementin varlığını keşfetti: Caesium (55) ve Rubidium (37);
1900: Max Planck, "Kara Madde"nin ışımasını inceleyerek, Elektromanyetik Enerji’nin (Elektron Çekim Enerjisi) değişim yaptığını ve “quantik” (nicel değerler taşıyan) olduğunu saptadı. Değişimler (alışverişler), parçalar (Enerji Tanecikleri) vasıtasıyla yapılıyordu ve “devamlılık” arzetmiyordu;
Kara Madde (Kara Cisim), metallerin ısıtılması sonucu neden ışıklı hâle gelmediğinin açıklamasına izin veriyordu: Enerjiyi dışarıdan elektromanyetik biçimde (görünür ışık, IR- Kızılötesi, Kızılaltı UV- Morötesi, Morüstü) alıyordu. Dengeye ulaştığında, yine EM formunda, dışarıdan aldığı kadar enerji yayıyordu (ışıyordu);
Eğer enerji, devamlı bir biçimde değişiyorsa, “kara madde”, hesaplara göre, sonsuz bir enerji içerecekti ki, bu durum, “Ultraviyole-Morötesi Katastrof” (Morötesi Mahvoluş) olarak adlandırılır;
1913: Niels Bohr, elektronların enerji seviyelerinin quantifiye olduğunu (nicel değerler taşıdığı) bir atom modeli önerdi. Buna göre, elektronların total enerjisi sadece belli değerler alabilecekti. Böylece, spektral hatlar, bu belirli yörüngeler arasında, elektron sıçramalarına tekâbül edeceklerdi;
1923: Dirk Coster ve Georg Von Hevesy, Hafnium (72) isimli kimyevî elementi keşfettiler.
Foton’un keşfi ve dalga-parçacık (cisimcik) ikiliği
19. yy. İtibariyle, Fizik iki tip nesne ayırdediyordu:
-Yaygın nesneler ve materyaller ki, onlar, kütleleriyle, hacimleriyle, uzaydaki konumlarıyla, kırılmaları ve yapışmalarıyla ve boşluktan yaratılmalarıyla ve yok olmamalarıyla tanımlanabiliyorlardı.
-Ses gibi, maddi olmayan dalgalar ki, onlar, lokalize edilemiyorlardı (bir yer isnad edilemiyordu. Bir sesin kökeni keskinleştirilemez ama yerde işitilir), birbirlerine eklenebiliyorlardı (örneğin iki nota bir müzik akordunda birbirlerine eklenebilirler ve buna interference denir), onlar üretebiliyor ve yokedilebiliyorlardı (örneğin, bir gitar telini bükmek suretiyle).
20. yy.’ın başlarında elektromanyetizm ve ışıkla ilgili olarak keşfedilen bazı olaylar (fenomenler) –Foto-elektrik ve kara madde gibi- fizikçileri, ilkelerini yeniden gözden geçirmeye mecbur etti. Bazı dalgasal fenomenler ancak ve ancak partiküllerle (parçacıklarla) izah edilebilirdi ve “parçacıklar” aynı dalgalar gibi davranıyorlardı. Daha sonraları ortaya felsefî bir problem çıktı: Maddi bir parçacık sözkonusu olduğunda, bu dalgasal kavrama ne anlam yüklenecekti? Born, bu duruma, “Varlığın İhtimali” adını verdi.
1831: Michael Faraday, mıknatısların etrafında hatlar meydana getiren görünmez manyetik kuvvetlerin varolduğu hipotezini ortaya attı;
1861: James Maxwell, elektromanyetizma kanunlarını formüle etti. Buna göre ışık, elektromanyetik bir dalgaydı;
1887: Heinrich Hertz, elektromanyetik dalgaların, ışık ve ısı dalgaları ile aynı özelliklere sahib olduğunu iddia etti ve Maxwell hipotezini ortaya attı. Aynı zamanda fotoelektrik fenomenini keşfetti. Bir oscillator’la (harekete geçirici bir bobin sistemi, titreştirici) elektromanyetik dalgalar üretti. Bu dalgalar bir kıvılcım ortaya çıkardılar. Bu UV ışınlarının kıvılcımın oluşmasına yardımcı olduklarını gösteriyordu;
1900: Philippe Lenard, elektronun foto-elektrik olayındaki rolünü ortaya koydu. (Burada, atomun yitirdiği yükün quantifiye olmasına bile gerek yoktu.);
1905: Albert Einstein, "quantifiye olmuş ışıklı enerji modeli”ni teklif etti: Foton. Bu, kara madde içinde ve foto-elektirik olayında, enerji değişimlerinin quantifikasyonunu izah etmeye izin verdi: Bir ışık dalgasının (huzmesinin, demetinin) enerjisi “uniform” (tekbiçimli) olarak dağılmaz ve fakat, “ışık tanecikleri” içinde yoğunlaşmış (konsantre olmuş) vaziyette dağılır ki, bunlara foton denir. Fotonlar, “belirlenmiş bir miktar enerji” taşırlar. Bir Foton’un enerjisi, dalga boyuna (uzunluğuna) bağlıdır;
1923: Arthur H. Compton X ışınlarının uzunluğunun, hafif atomlar tarafından yayıldıklarında, arttığını belirledi. Bu, X ışınlarının cismî tabiatlerini ortaya koydu.
Heisenberg, Fiziğe farklı bir bakış açısı teklif etti, nesneler ölçülmüş büyüklüklerce (kütle, konum, ısı, v.s.) hiç tarif edilmemeli ve fakat diğer nesnelerle olan etkileşimleri bağlamında tanımlanmalı. (Heisenberg, Kaos teorisinin de babalarındandır.);
1924: Louis de Broglie, bütün maddi parçacıklar bir dalgaya bağlıdır hipotezini ortaya attı;
1926: Erwin Schroedinger (Alev Alatlı’nın kâbusu), dalganın fonksiyonunun (işlevinin) zaman içinde tekâmülünü tanımladı;
Max Born, dalganın işlevine bir izah getirdi: Bir mekânda, bir parçacığın varlığının ihtimalini temsil eder;
1927: Clinton Davisson ve Lester Germer, elektronların dalgalar gibi davrandığını iddia ettiler;
1929: Estermann ve Otto Stern ağır moleküllerin de dalgalar gibi davrandığını ortaya koydular.
Işığın, parçacık mı, dalgacık mı olduğu uzun süreler tartışıldı. Newton’a göre, ışık parçacık akımıdır, bazılarına göre ise tamamen dalgacıktır. Einstein ise, ışığın hem dalgacık hem de parçacık karakterinde olduğunu ortaya koydu.
Quant (Nicel değeri olan) kavramını ilk olarak Max Planck kullanmıştır. Einstein ise quant kavramını “Foton” (Işık veren, ışık tanecikleri taşıyan parçacık) “Quant” kavramının muadili olarak kullanmıştır. Foton için, “Optik Quant” kavramı da kullanılır. Fotonlar, elektromanyetik kuvvetin interaction (etkileşim) partikülleridir. EM enerjiyi izah etmek için 2 model (teori) ortaya konmuştur: Parçacık (Partikül) Teorisi ve Dalga (Wave) Teorisi. Işık parçacıklardan meydana gelir ancak bazı açılardan da dalga gibi davranır.
Enerjik ve maddi olan ne varsa quantlardan müteşekkildir. Bir fotonun taşıdığı enerji miktarı değişebilir. Kırmızı ışık fotonu, yeşil ışık fotonundan daha az enerji taşır. Bir fotonun taşıdığı enerji miktarını bilirsek, enerji tipini belirleyebiliriz. Örneğin, kızıl ışık fotonu 20x10 üzeri-20 joule, turuncu ışık fotonu 25x10 üzeri eksi 20 joule, sarı ışık fotonu 30x10 üzeri eksi 20 joule, yeşil ışık fotonu 35x10 üzeri eksi 20 joule, mavi ışık fotonu 40x10 üzeri eksi 20 joule, eflatun (leylak) ışık fotonu 45x10 üzeri eksi 20 joule ve mor ışık fotonu 50x10 üzeri eksi 20 joule enerji taşır. Sezgisel olarak, parçacık teorisi bizi, büyük miktarda enerji taşıyan fotonun, (örneğin Mavi Işık) daha az miktarda enerji taşıyan fotonlardan (örneğin Kırmızı Işık) daha hızlı devindiğine inandırır. Ancak vakum ortamında bütün hepsi aynı hızla hareket etmektedirler. Daha fazla enerjisi olan fotonların kütlesi daha büyüktür. Bu mânâda, daha ağırdırlar ve bir bariyere (engele) çarptıklarında daha büyük bir basınca sebeb olurlar.
Matematik olarak, foton kütlesi ile enerjisi arasındaki ilişki aşağıdaki formülle belirlenmiştir:
E= mc². Enerji eşittir, kütle çarpı ışık hızının karesi.
E: Enerji.
M: Kütle.
C: Sabit, yani ışık hızı.
EM enerji, doğru şartlar altında dalga benzeri davranış sergiler. Işığın dalga teorisi, EM enerjiyi taşıyan bir tür iletici vasıtanın olması gerektiği fikrini vermiştir. Dalgalar, tüm boşluk alanında nasıl devinmektedirler? Elektrikî ve manyetik (cezbedici, çekici) kuvvetlerin varlığı sayesinde. Bütün dalgalar osilasyonların (salınım, titreşim) sonucudur. EM dalgalar, elektirik yüklü parçacıkların titreşimine bağlıdır. Dalga hareketinin iki mülkü vardır: Frekans (f) ve dalgaboyu (l ).
C: l f (c sabittir). l , metre, f saniye ve c de, metre/saniye olarak ifade edilir.
Görülebilir ışık dalgaları, milyon metre ile mikron arasındaki değerlerle ifade edilir. EM ışıma her dalgaboyunda gerçekleşebilir.
Değişik EM enerji tiplerinin dalga uzunlukları:
Uzak X ışınları: 10 üzeri eksi 9 metre
Yakın X ışınları: 10 üzeri eksi 8 metre
Ultraviyole (UV-Morötesi): 10 üzeri eksi 7 metre
Kızılötesi (IR-Infrared): 10 üzeri eksi 5 metre
(Görülebilir ışık mesafesi bu ikisi arasıdır.)
Uhf radyo dalgalar: 10 üzeri eksi 1 metre
Mikro dalga: 10 üzeri eksi 2 ile 10 üzeri eksi 1 arası
FM (Frequency Modulation): 10 üzeri 1 ile 10 üzeri 0 arası
Kısa dalga: 10 üzeri 2 ile 10 üzeri bir arası
Uzun dalga: 10 üzeri 3 metre
EM dalgalar, su gibi maddelerin içinden geçerken vakuma göre daha yavaş hareket ederler. Işık hızı da bazı maddelerin içine düşmektedir.
Einstein’in E=mc² denklemi relativite (görelilik, izafiyet) teorisinin en önemli sonuçlarından biridir. Madde ve enerji aslında aynı şeyin ayrı tezahürleridir. Bu bağlamda kolaylıkla ışığın madde olduğu söylenebilir. Madde enerjiye dönüşebilir. Bunun en tipik örneği atom bombasıdır. Fakat henüz, enerjiyi maddeye çevirme yöntemi geliştirilememiştir. Ancak birgün bunun olacağına şüphe yoktur. Kâinat, bütün boşluğa (eter) sürekli enerji gönderir ve bunun sonucu (kaderi) soğuk oluşumudur.
Genel relativite teorisine göre, madde ve enerji birbirine dönüşür, hızlı hareket eden, yavaş hareket edene göre daha konsantredir (yoğundur), bir nesnenin uzunluğu hareket doğrultusunda kısalır, zaman farklı farklı hızlarla akar, ışık çekim (gravity) alanlarında eğilir ve buna bağlı olarak gecikir, bir enerji aksiyonsuzluk kütlesine impulsif (itici) olarak katıldığında kütle buna cevab verir, büyür. Uzay ve zaman aynı şey değildir ama bir birlik (tevhid) oluştururlar ve birbirlerini sürekli örerler. Enerji çok hızlı bir madde veya madde çok yavaş bir enerjidir. Aradaki fark, “HIZ”dır.
Zaman enerjisi varlıklar tarafından soğurulur, zaman enerjisini yitiren bir varlık ömrünü tamamlamış olur. Zaman enerjisinin değişkenliğe sahib olması, onun hâdiselere ve yüksek frekans ışınlarına enerji kattığını gösterir. Zaman, bir olayın başında ve nihayetinde aynı akmaz. Elektrik akımının bir iletici vasıta (conductive medium) ile iletilmesi gibi, canlılığın iletimi (biologic conduction) için de, genetik (tekvin) birimlerine ihtiyaç vardır. Bu birimler zaman enerjisine uyum sağlamış sarmal (heliks) biçimini almış ve varlığın biyolojik kaderi meydana gelmiştir.
Ay, dünyadan yaklaşık 400.000 km. uzaklıktadır. Işık, bu mesafeyi yaklaşık 1.25 saniyede kateder. Dünya üzerinde bulunan ve adına M (Moon) diyebileceğimiz bir ay saati olsa, bu saat dünya saatine göre 2.5 saniye geç kalır. Dünya ile ayın orta noktasında ise M saati dünya saati E’nin (Earth) 1.25 saniye gerisinde kalır. Ayın dünyayı eliptik olarak çerçevelediğinde ise M ve E saatleri aynı değerleri gösterirler. Hiçbir yerde fark 2.5 saniyeyi geçmez. Bunun nedeni, EM ışımanın en büyük sür’ate sahib olmasıdır.
Uzay-Zaman (Space Time) ölçme sistemi kullanıldığında “Senkronizasyon” (eşzamanlılık) kaybolmaktadır. Yani, aynı olan iki olayı zaman mesafesi ayırır. Bazı varlıkların görünmezliği de bu “Asenkronizasyon”la (zaman bariyeri) izah edilir.
Zaman yüksek hızlarda yavaşlar. Yarı ömürleri çok kısa olan ışınlar, iki gök cismi arasında diğerine ulaşmadan ölmeleri gerekirken, zamanın yavaşlamasına bağlı olarak menzile ulaşabilmektedirler. Burada, ömür değişmemekte fakat uzaydaki zaman akışı değişmektedir.
Çekime (gravitation) bağlı olan geç yaşlanmayla, ışık hızına yakın hızlardaki geç yaşlanma aynıdır. Işık hızının %99’una ulaşıldığı zaman 7 misli hızlanır. Işık hızının % 99.9’u mesabesinde ise çok geç yaşlanılır, zaman adeta durur. Işıktan ne kadar yavaşsak zaman o kadar hızlı akar, ışık hızına ne kadar yaklaşırsak, zaman o kadar yavaşlar ve buna bağlı olarak varlığın yaşlanması geriler. Zaman değişken, mekân ise geçicidir.
Ancak 2000 yılında yapılan bir laboratuar deneyi, Relativite teorisinin koyduğu “Işık Hızı Yasağı”nı (Işık hızının aşılamaz olduğu tezi) kırdı. Daha önceki yıllarda da, teorik olarak ışık hızının %120’sine sıçrayabilen enerjilerin varolduğu saptanmıştı.
Genel relativite teorisine göre kâinat, çekim etkisinin sonucu yassılaşmıştır, eğilip bükülmüştür. Uzay-Zaman boyutunun çekim etkisiyle geometrik olarak bükülmüşür. Kâinat’ta hiçbirşey doğrusal (lineer), düz ve sonsuz değildir. Madde olmaksızın kâinat düzdür fakat içine madde girdiğinde, bu madde kendi eylemsizlik (durgunluk) kütlesine eşdeğer bir çekim alanı teşkil eder. Bu çekim alanı kâinatı çukurlaştırır. Işık da bu yolu tâkib etmek mecburiyetinde olduğundan, çukurlarda zaman kaybeder.
Çekimin hızı ışık hızına eşittir, o hâlde hızlanan (hızını arttıran) bir cisim, çekime daha az bağımlı olur. Çekime bağlılığı azaldığı nisbette de maddi niteliğini yitirir. Hızlı olan, hareketsiz olanın (ya da az hareketli olanın) “geleceğine sıçrar, ulaşır”.
"Herşey zıddıyla kâimdir” hakikatinin gereği olarak, Madde’nin de bir karşıtı veya simetriği mevcuttur. Anti-madde (Karşıt madde, zıt madde). Madde artı değerlidir, sıfırdan daha ağır, uzun, buna mukabil yavaştır. Enerji, ışık hızında devindiğinden sıfır değerlidir. Madde, kütlesini bu hızda muhafaza edemez, quantlara (boyutsuz, ağırlıksız) varlıklara dönüşerek kütlesini yitirir, sıfırlar. Işık hızına ulaşan bir insanın öz kütlesi 0 grama iner, boyu da 0 cm’dir, maddi varlığı ortadan kalkar. Eğer, ışık hızının ötesine ulaşılırsa bu kez eksi değerden sözedilir. Bu değerler elimizdeki mevcut araçlarla ölçülemez. Dolayısıyla böyle bir varlık ölçülemez ve görülemez. İşte örneğin şuur böyle bir varlıktır, yani uzay-zaman boyutunun dışında beşinci bir boyuttur. Eksi bir uzay-zaman boyutunda Nûr (enerji) olarak mevcuttur. Bu eksi parçacıklara “Takyon” adı verilmektedir. Kelime, Yunanca “Tac h " (Tahi-hızlı) kelimesinden köken alır ve hızlı parçacık anlamına gelir. Enerji maddeye hükmeder, Takyonlar ise (örneğin şuur) enerjiye hükmederler.
Takyonlar Âlemi’nde, varlıklar, 100.000 km. uzunluğunda ve eksi 100.000 kg. Ağırlığında olabilmektedir, bunlara latif varlıklar da denilebilir. Hareket ışıktan daha hızlı, ışık hızını da aştığı için yeni bir kütle kazanır fakat bu kütle eksidir. Buradaki olasılıklar da, maddi âlemdeki olasılıklara göre katbekat fazladır. Herşey ışıktan daha hızlı bir osilasyona (salınım, titreşim) sahib olduğu için maddi âlem tarafından idrak edilemez. Bu âlemin diğer ismi “misâl âlemi”dir. Bu âlemde herşey, madde âleminin tersine davranır, yere düşmez yukarı hareketlenir. İnsan, üç boyut (genişlik–uzunluk-yükselik/derinlik) yani mekân (uzam)+zaman boyutu (soyut bir koordinat). Bunlar maddi âlemin hâkimleridir+Şuur’un (maddi boyutlara hükmeden takyonik boyut) birleşimi olarak karşımıza çıkar. Bu bağlamda şuur, ÜST MÂNÂ buududur. Şuur’un tecelligâhı kuvvetle muhtemel beyindir. Beyin, müşahhas bir varlıktır ancak düşünceler, duygular, rüyâlar v.s. mücerret varlıklardır, ölçülemezler, elle tutulup, gözle görülemezler, ama insanı yönetirler. İşte bu takyonik varlıklar sayesinde bedenimizi terkeder, bilmediğimiz yerlere gider, sayısız fantezi üretiriz, hatıralarla başbaşa kalabiliriz. İşte bu noktada, bütün varlıkların, aşk, duygu, sevgi, düşünce, rüyâ, hayâl, zekâ, idrak, akıl vs. maddi bedenin eşdeyişle beynin bir işlevi olup olmadığı tartışılır hâle gelmekte ve cevab olarak, “değildir” daha kuvvetli görünmektedir.
Son elli yılda quantların alt yapıları incelenmiş ve birçok sub-quantic (Quant-altı) varlığa ulaşılmıştır: Bunlar, Hadron (Yunanca Hadra: Boncuk kelimesinden), Meson (Yunanca Meso: Orta kelimesinden), Hiperon (Yunanca İper: Yüksek kelimesinden), Lepton (Yunanca Leptos: İnce kelimesinden), Barion (Yunanca Varos: Ağır kelimesinden), Pion (Latince öncü anlamında), Nucleon (Latince nucleus: Çekirdek kelimesinden), Muon gibi isimler alırlar...
- multiplayer1
- Mesajlar: 799
- Kayıt: 21 Ara, 13:11
- Konum: Denizli
Re: KİNETİK İNSAN!
yazıyı köküne kadar okudum...tavsiye ederim güzel yazı olmuş..!
- DoGuKAN
- Mesajlar: 322
- Kayıt: 29 Ağu, 00:30
- Yaşadığınız İl: 33 Mersin
- caryes
- Yönetici
- Mesajlar: 816
- Kayıt: 25 Ağu, 14:16
- Yaşadığınız İl: 34 İstanbul
- Burcunuz: Kova Burcu: 22 Ocak-19 Şubat
- Cinsiyetiniz: Kadın
- Konum: yönetici
- İletişim:
- DoGuKAN
- Mesajlar: 322
- Kayıt: 29 Ağu, 00:30
- Yaşadığınız İl: 33 Mersin
Re: KİNETİK İNSAN!
Tabi Işık Hızındayken Mideniz De Pek Rahat Olmaz xD
İf You Can Dream İt, You Can Do İt..
-
- Benzer Konular
- Cevaplar
- Görüntüleme
- Son mesaj
-
- 12 Cevaplar
- 2777 Görüntüleme
-
Son mesaj gönderen Pricens
-
-
Yeni mesaj Telekinezi başlangıç insan enerjisi sonsuzdur
gönderen jackgrath » » forum Telekinezi Teknikleri - 7 Cevaplar
- 1338 Görüntüleme
-
Son mesaj gönderen RedRabbit
-